Olcay Yılmaz
Jacques Lacan’ın paranoid kıskançlık üzerine geliştirdiği düşünceler, onun psikanalitik öğretisinin merkezinde yer alan “paranoyak bilgi” kavramıyla derinden ilişkilidir. Lacan, Freud’un nevroz merkezli klinik çizgisinden ayrılarak kariyerinin başından itibaren psikoz üzerine yoğunlaşmış, bu sayede insan benliğinin (ego) yapısını ve bilgiyle ilişkisini psikozun merceğinden yeniden tanımlamıştır. Ona göre paranoya yalnızca patolojik bir durum değil, aynı zamanda insan bilgisinin ve özdeşleşmesinin temel biçimlerinden biridir. Bu yüzden paranoid kıskançlık, yalnızca bir duygulanım bozukluğu olarak değil, öznenin dil, arzu ve bilgiyle kurduğu ilişkinin bozulmuş bir biçimi olarak ele alınmalıdır. Lacan’ın teorisi, kıskançlığı bireysel bir duygudan çok, öznenin yapısal bölünmüşlüğüyle ilişkili bir fenomen olarak yorumlar; bu yaklaşım hem psikanaliz tarihinde hem de çağdaş düşüncede radikal bir kırılma yaratmıştır.
Lacan’dan önce Fransız psikiyatrisinde paranoya, bir kişilik kusuru, bir “karakter anormalliği” olarak tanımlanıyordu. 20. yüzyılın başındaki nosolojilerde, paranoyak kişi kibirli, huysuz, şüpheci, hoşgörüsüz ve kendisini aşırı değerlendiren biri olarak görülüyordu; hezeyanları da bu karakter özelliklerinin aşırı bir büyütülmesi olarak yorumlanıyordu. Bu yaklaşım, paranoyayı karakterin yozlaşmış bir uzantısı gibi ele alarak öznenin yapısal konumunu gözden kaçırıyordu. Lacan’ın 1932 tarihli doktora tezi De la psychose paranoïaque dans ses rapports avec la personnalité (“Paranoyak Psikozun Kişilikle İlişkisi Üzerine”) işte bu anlayışı tersyüz etti. Tezin amacı, paranoyanın kişisel sapkınlıktan değil, öznenin sembolik düzenle kurduğu ilişkinin çöküşünden kaynaklandığını göstermekti. Bu tez, M. Génil-Perrin gibi dönemin psikiyatristlerinin savunduğu “paranoyak anayasası” fikrinin tam karşısına yerleşti: Lacan, kişilikten değil, yapısal ilişkiden söz ediyordu. Ona göre paranoya, kişiliğin içkin bir bozukluğu değil, öznenin sembolik alanla bağ kuramamasının sonucu olan bir bilgi biçimidir. Bu düşünce, psikanalizin sonraki on yıllarını şekillendirecek yapısal dönüşümün başlangıcı oldu.
Lacan’ın tezi, ünlü Aimée vakası üzerine kuruludur. Marguerite Pantaine-Anzieu adlı bir kadın, hayranı olduğu bir aktrisi bıçaklamaya teşebbüs ettikten sonra Sainte-Anne Hastanesi’ne yatırılmıştı. Lacan bu vakayı “öz-cezalandırıcı paranoya” (paranoïa d’autopunition) olarak adlandırdı. Aimée, ideal benliğine ulaşamadığı için duyduğu suçluluğu dışa yansıtmış, hayranlık duyduğu kişiye saldırarak aslında kendisini cezalandırmıştır. Burada megalomani, öz-yüceltme ve öz-cezalandırma arasındaki diyalektiğin bir işlevi olarak görülür. Aimée, annelik ve eşlik rollerinde hissettiği yetersizlik duygusunu telafi etmek için bir “idealimajı” inşa eder; bu idealin çöküşü onu hem şiddet eylemine hem de suçlulukla karışık bir özgürleşmeye sürükler. Lacan, bu vakadan hareketle paranoyayı biyolojik veya organik nedenlerle değil, öznenin kendi idealiyle olan sembolik ilişkisindeki bir kırılmayla açıklar. Paranoya, bu açıdan “normalliği taklit eden delice bir mantık”tır: delilik, mantığın bozulması değil, kendi mantığını başka bir düzene taşımış bir bilinç halidir.
Bu düşünce, 1933 tarihli “Motifs du crime paranoïaque” (“Paranoyak Suçun Motifleri”) makalesinde daha da derinleşir. Burada Lacan, Papin kardeşlerin işlediği anlaşılmaz cinayeti analiz eder ve bu suçun, öznenin kendi “öteki benliğinden” kopuşunun dramatik bir dışavurumu olduğunu söyler. Bu kopuş, Hegelci anlamda bir yabancılaşmadır: özne kendine dönmek isterken, kendini bir başkasında, ötekinde, hatta suçun içinde bulur. Böylece paranoya, yalnızca bir hastalık değil, insanın kendine ilişkin bilme biçiminin karanlık bir aynası haline gelir.
Lacan, bilginin kendisini de bu anlamda “paranoyak” olarak tanımlar. Connaissance paranoïaque dediği şey, benliğin (ego) bir nesne olarak kurgulanmasıyla bağlantılıdır. Ego, kendisini ve dünyayı bir yanlış tanıma (méconnaissance) üzerine kurar. Bilgi, imgesel bir özdeşleşmenin ürünüdür; yani özne, dünyayı bir dış nesne olarak değil, kendi yansısı olarak bilir. Bu nedenle Lacan’a göre tüm bilgi —ister bilimsel ister gündelik— paranoyak bir biçimde örgütlenmiştir. Bilgi, öznenin kendi bütünlüğü yanılsamasını korumak için inşa ettiği bir savunma sistemidir. Bu yüzden paranoyak bilgi, öznenin hem dünyayla hem de kendi eksikliğiyle kurduğu ilişkide belirleyici bir rol oynar. Lacan, bilginin bu yapısal paranoyak doğasını, hem Ayna Evresi metninde hem de Psikanalizde Saldırganlık yazısında önceden işaret etmişti. Bu düşünce, psikanalizin yalnızca klinik değil, epistemolojik bir eleştiriye dönüşmesinin de önünü açtı.
Paranoyanın bu yapısal doğası, Lacan’ın Seminar III: The Psychoses’ta geliştirdiği “Verwerfung” (dışlama ya da foreclosure) kavramıyla açıklanır. Freud’un “Verneinung” (inkâr/olumsuzlama) üzerine yazdıklarından hareketle Lacan, psikotik öznenin sembolik düzene birincil katılımının başarısız olduğunu ileri sürer. Verwerfung, psikanalitik deneyimde temel bir gösterenin eksikliğini ifade eder: Babanın Adı’nın (Nom-du-Père) sembolik dizgeden dışlanması[1]. Bu dışlama, Sembolik düzende bir delik açar; bastırmada olduğu gibi geri dönüş bilinçdışında değil, Gerçek’te gerçekleşir. Gerçek’te yeniden beliren bu dışlanmış unsur, paranoyada perseküsyon sanrıları şeklinde deneyimlenir. Schreber vakası bunun klasik örneğidir: Schreber’in “ilahi ışınlar” ve “sinir ağları”yla dolu hezeyanı, dışlanmış bir gösterenin — Babanın Adı— Gerçek’te yeniden örgütlenmesidir. Sanrı, bu anlamda yalnızca bir delilik belirtisi değil, öznenin kendini stabilize etmek için geliştirdiği sembolik bir ağdır. Sanrı, Gerçek’in istilasına karşı bir savunmadır; özneyi dağılıp gitmekten koruyan bir söylemsel örgüdür.
Lacan’ın bu noktada geliştirdiği bir diğer kritik kavram, “bilimsel uygarlığın paranoyak öznesi”dir. Écrits’te belirttiği üzere modern ego, aslında bilimsel çağın ideolojisidir: özne, bilgi aracılığıyla kendi bölünmüşlüğünü örtmeye çalışır. Bu nedenle Lacan, modern bilimi bir “paranoya biçimi” olarak görür. Çünkü bilim, Babanın Adı’nın dışlandığı bir sembolik düzen içinde, her şeyi matematiksel formüllerle kapsayıp hiçbir boşluk bırakmayan, titiz ama yanılsamalı sistemler kurar. Bu durum, paranoid öznenin kıskançlık hezeyanlarıyla benzer bir mantığa sahiptir: her şeyin bir nedeni, bir düzeni, bir komplosu vardır. Paranoyak özne için tesadüf yoktur; her şey, eksikliği gizleyen mükemmel bir sistemin parçasıdır.
Bu yapısal bakış açısı, Lacan’ın kıskançlık ve erotomaninin yer aldığı “ihtiras psikozları” üzerine yaptığı okumalarla birleşir. Lacan’a göre kıskançlık, erotomani ve talep sanrıları aynı temel üzerine oturur: öznenin kendi eksikliğini dışsallaştırarak bir “öteki”ne atfetmesi. Paranoyak kıskançlık, öznenin kendi içsel boşluğunu partnerin sadakatsizliği ya da ihaneti biçiminde dışarıya yansıtmasıdır. Kıskançlık, öznenin kendi bölünmüşlüğünü ( $ ) reddedip onu dışarıda bir tehdit figürüne dönüştürmesidir. Bu, Lacan’ın “paranoyak bilgi” adını verdiği mekanizmanın duygulanımsal tezahürüdür: özne, kendi eksikliğini dış dünyada, başkalarının eylemlerinde tanır ve onlara bir anlam atfeder.
Paranoyak kıskançlığın çekirdeğinde, öznenin içsel eksikliğini dışa yansıtma eğilimi yatar. Öznenin kendi içindeki yetersizlik, eksiklik ya da tatmin edilmemiş arzu, dış dünyada bir komplo ya da ihanet olarak algılanır. Bu, yanlış tanıma (méconnaissance) mekanizmasının bir ürünüdür: özne, kendi bölünmüşlüğünü inkâr eder ve suçluluğunu dışarıdaki bir figür üzerinden doğrular. Böylece kıskançlık, aslında özcezalandırıcı bir mantıkla işler; özne, ideal benliğine ulaşamadığı için duyduğu suçluluğu, dış dünyadaki “rakip” figürüne saldırarak telafi eder. Bu mekanizma, Lacan’ın erken dönemde “öz-cezalandırıcı paranoya” olarak adlandırdığı yapının tam karşılığıdır.
Paranoyak kıskançlığın temelinde bastırma (repression) değil, dışlama (foreclosure) mekanizması vardır. Babanın Adı’nın dışlanması, Sembolik düzende bir boşluk yaratır; dışlanan şey daha sonra Gerçek’te perseküsyon biçiminde geri döner. Gerçek burada, dilin ötesinde, öznenin simgeselleştiremediği travmatik bir alanı temsil eder. Paranoyak kıskançlıkta bu Gerçek, dışsal bir tehdit olarak —örneğin partnerin sadakatsizliği ya da bir komplo— biçiminde somutlaşır. Bu sanrısal yapı, öznenin travmatik Gerçekle karşılaşmasını sembolik düzeyde düzenlemeye yarar. Sanrı, bu anlamda özneyi yok olmaktan koruyan bir “kurucu kurgu”dur.
Lacan’ın objet petit a kavramı burada devreye girer. Arzunun nedeni olan bu küçük nesne (meme, ses, bakış gibi), öznenin kaybettiği ve bir daha erişemediği bir şeydir. Fantazmanın matematiği olan S ◊ a, öznenin bu kayıpla kurduğu ilişkinin biçimini gösterir. Paranoyak kıskançlıkta özne, bu objet ayı partnerinde arar; partner, arzulanan tamlık ve jouissance kaynağı haline gelir. Ancak bu tatminin dışarıdaki bir rakip tarafından “çalındığı” sanısı, kıskançlığı besler. Çünkü Sembolik düzende bir eksik vardır: dışlanmış Babanın Adı’nın yüzünden özne arzunun nedenini kendi içinde değil, dışarıda aramak zorundadır. Bu durum, ötekini nesneleştirir ve saldırganlığı körükler. Kıskançlık burada, arzunun imkânsız nesnesine duyulan öfkenin bir ifadesi haline gelir.
Psikozda dilin işleyişi de bozulur. Lacan, dilin iki temel ekseninden —metafor ve metonimi— söz eder. Metafor anlamın üretimini, metonimi ise arzunun kaymasını temsil eder. Paranoyak yapı, bu kaymayı tolere edemez; dildeki çift anlamlılık (équivoque) tehdit haline gelir. Bir sözcük, özneye dışarıdan dönen bir “ilksel fenomen” gibi çarpar. Lacan’ın Seminar III’te incelediği “Kasap / Dişi Domuz” vakasında olduğu gibi, bir kelime öznenin sembolik ağını delip geçer. Kadının “Kasaptan geliyordum” sözüne adamın “Dişi domuz!” cevabı, onun için yalnızca bir hakaret değil, Gerçek’ten gelen bir saldırıdır. Lacan bu vakada yorum hatası yaptığını kabul eder: dilin özne için dışarıdan gelen bir güç, bir “öteki sesi” haline geldiğini fark eder. Bu vaka, dilin özne üzerindeki maddesel etkisini ve paranoyak yapının dilsel kırılganlığını açıkça gösterir.
Lacan, psikanalizi bir “bilim” haline getirme arzusuyla topolojik modeller geliştirmiştir. Borromean düğümü, Moebius şeridi ve çapraz kapak (cross-cap) gibi yüzeylerle Sembolik (S), İmgesel (I) ve Gerçek (R) arasındaki ilişkileri modellemiştir. Sağlıklı yapıda bu üç düzlem birbirine düğümlüdür; ancak paranoyada, bu düğüm Babanın Adı’nın dışlanmasıyla çözülür. Boşluk, özneyi Gerçek’in istilasına açık hale getirir. Paranoyak yapı, bu çözülmüş düğümün bir sonucudur: özne, iç ve dış arasındaki sınırların çöktüğü bir düzlemde yaşar. Kıskançlık, işte bu çözülmenin yarattığı ontolojik güvensizliğin bir semptomudur. Özne, kendi bölünmüşlüğünü kabul edemediği için, ötekini hem arzusunun nedeni hem de düşmanı haline getirir.
Sonuç olarak Lacan’a göre paranoid kıskançlık, nevrotik bir kaygı değil, yapısal bir imkânsızlığın ürünüdür. Sembolik düzenin koruyucu işlevi (Babanın Adı) devreye giremediğinde, özne Gerçek’in istilasıyla baş başa kalır. Bu istiladan korunmak için, zihinsel olarak kusursuz görünen ama temelde yanılsamalı bir sanrısal sistem kurar. Özne, kendi eksikliğini dışarıda bir komploya, bir ihanete ya da bir gözetlemeye dönüştürür. Bu, varoluşsal bölünmüşlüğün dışsallaştırılmasıdır. Modern bilim nasıl ki bilgi ağlarında hiçbir boşluk bırakmamaya çalışıyorsa, paranoyak özne de kıskançlık sanrısıyla kendi varoluşsal boşluğunu kapatmaya uğraşır. Her iki durumda da, eksiklik tahammül edilemez bir şeydir. Lacan’ın deyişiyle, bütün insan bilgisinin temelinde yatan şey “paranoyak bilgi”dir: eksikliği simgeselleştiremediğimiz yerde, onu mantıklı bir sistem olarak kurarız.
Paranoid Kıskançlık ve Nevrotik Kıskançlık
Lacan’a göre kıskançlık, öznenin arzusuyla ve hakikatle kurduğu ilişkinin yapısal biçimlerinden biridir. Ancak bu ilişki nevrozda ve psikozda temelden farklı biçimlerde işler. Paranoid kıskançlık, psikotik yapıya özgü bir olgudur; burada özne, bastırma değil, dışlama (forclusion/Verwerfung) mekanizmasıyla belirlenir. Dışlama, sembolik dizgeden temel bir gösterenin —çoğu zaman Babanın Adının— hiç kaydedilmemesi anlamına gelir. Bu durumda özne, arzuyu ve yasa ilişkisini sembolik düzeyde işleyemez; dışlanan şey daha sonra Gerçek’te sanrısal biçimde geri döner. Paranoid kıskançlıkta, özne için şüpheler bir olasılık değil, kesin bir hakikattir: eşin sadakatsizliği, yalnızca bir korku değil, mutlak bir gerçek olarak yaşanır. Bu kesinlik, Lacan’ın “hazır hezeyan” (ready-made delirium) adını verdiği yapıya yakındır; özne, Gerçek’te karşılaştığı boşluğu doldurmak için bir sanrısal sistem inşa eder. Bu nedenle paranoid kıskançlık, dış dünyanın mutlaklığına ve anlamın dışarıdan dayatıldığına dair sarsılmaz bir inançla karakterizedir.
Buna karşılık nevrotik kıskançlık, bastırma (Verdrängung) mekanizmasına dayanır. Burada sembolik düzen işler haldedir; Babanın Adı dışlanmamıştır, yalnızca belirli arzular ve yasaklar sembolik düzende bastırılmıştır. Bastırılan şey, doğrudan Gerçek’te değil, semptom, fantazi veya dilsel bir sürçme biçiminde Simgesel ve İmgesel düzlemde geri döner. Nevrotik özne, kıskançlığını dışsal bir hakikat olarak değil, kendi arzusu, suçluluğu ya da fantazmasıyla ilişkili bir iç çatışma olarak yaşar. Lacan’ın ifadesiyle, nevrotik özne “aldatılma”yı bir dış gerçeklikte değil, kendi arzusunun çelişkilerinde arar: “Bu nevrotiği kim aldatıyor?” sorusu, kıskançlığın özünde dışsal bir ihanetten çok, öznenin kendi arzusu karşısındaki bölünmüşlüğüne işaret eder. Böylece nevrotik kıskançlık, hakikatin dışarıda değil, kendi fantazisinin içinde kısmen gizlendiği, “yarım söylenmiş” (mi-dire) bir alandır.
Bu iki yapı arasındaki fark, öznenin Büyük Öteki’ye ve dile karşı konumlanışında yatar. Paranoid özne için kıskançlık, bir “hakikat”tir; nevrotik özne içinse bir “anlam” sorunudur. Psikozda dışlama, sembolik temeli çökerterek özneyi Gerçek’in istilasına açık hale getirir; bu nedenle paranoid kişi, Gerçek’i düzenleyen bir sanrı ağı kurmak zorunda kalır. Nevrozda ise bastırma, sembolik temeli korur, ama özneyi arzusunun hakikatine karşı bölünmüş kılar. Lacan bu farkı bir benzetmeyle açıklamak istersek şöyle düşünürüz: Nevrotik kıskançlık, temeli sağlam bir binada oluşan çatlaklar gibidir; onarılabilir, çünkü temel yerindedir. Paranoid kıskançlık ise o temelin tamamen kaldırıldığı bir yapıdır: özne, gökyüzünün üzerine çökeceğine inanır ve o boşluğu doldurmak için sanrısal bir baraka kurar — o baraka, Gerçek’in ağırlığını taşımaya çalışan dilsel bir yanılsamadır.
Dipnotlar:
1. Lacan’da “Babanın Adının Dışlanması” (forclusion du Nom-du-Père), öznenin bilinçli bir reddi değil, sembolik düzenle kurucu bir ilişkinin en baştan kurulamayışıdır. Bastırmadan farklı olarak, dışlanan gösteren (Babanın Adı) bilinçdışına itilmez; sembolik dizgeye hiç kaydedilmemiştir. Bu nedenle “babayı dışlayan” bir ben yoktur; tersine, bu dışlanma nedeniyle ego vardır: imgesel bir bütünlük yanılsaması, eksik sembolik desteğin yerini doldurmak üzere kurulur. Dışlanan bu Baba-gösteren daha sonra Gerçek’te perseküsyon ya da sanrı biçiminde geri döner; bu da psikozun yapısal çekirdeğini oluşturur.
Kaynakça:
Jacques Lacan, De la psychose paranoïaque dans ses rapports avec la personnalité, Paris, 1932.
Jacques Lacan, “Motifs du crime paranoïaque”, Le Minotaure, 1933.
Jacques Lacan, Écrits, Paris: Seuil, 1966.
Jacques Lacan, Seminar II: The Ego in Freud’s Theory and in the Technique of Psychoanalysis, 1954–55.
Jacques Lacan, Seminar III: The Psychoses, 1955–56.
Jacques Lacan, Seminar XXIII: Le Sinthome, 1975–76.
Freud, “Verneinung” (1925) ve “Schreber Vakası” (1911) üzerine çalışmalar.
Clérambault, Les Psychoses Passionnelles, 1942.
Hegel, Phenomenology of Spirit (1807) – yabancılaşma diyalektiğiyle ilgili gönderme.